Bu bir terapidir (Aşk Terapisi 8. bölüm)

Bu bir terapidir (Aşk Terapisi 8. bölüm)

2 Ocak 2019 0 Yazar: rumeysa sariarslan

Bu bir terapidir

( Aşk Terpisi 1.Bölüm için tıklayınız. Hikayeye başından başlamak için ) Tekrar 7.Bölüm için tıklayınız.

Artık terapiler çok verimsiz geçmeye başladı. Benden sebep tabi ki. Yücel’in söylediği hiçbir şeye kaliteli ve yeterli cevap veremiyorum. Sonra eve geliyorum. Kendi kendime duvarlara anlatmaya başlıyorum. Bütün soruların cevaplarını veriyorum. Ama yanındayken aklım gidiyor. Sorduğu sorunun bir öncekiyle bağlantısını bile hatırlayamıyorum. Söylediklerini yanlış anlıyorum. Bunların hepsini konsantrasyon eksikliğime ve sıkılmama veriyorum. Onun karşısında olup, bana karşı bu kadar nötr olmasına dayanamıyorum. 

Sıkıcı buluyorum onu, bu haliyle. Bu yüzden de kırıcı oluyorum sanırım. İnşallah benim salaklığımı sevimli bulup, onsuzluktan çıldırdığımı anlıyordur. Yanında durup beslenemeyince aptalca şeyler yapıyorum. Tüm bunlar kendimi daha da eksik hissetmeme sebep oluyor. İstiyorum ki artık beni sınamasın. Artık beni doyurduktan sonra bir şeyler anlatsın. Çünkü anlamıyorum. Kafam basmıyor. Bu şey hafifleyecek yerde çoğalarak artıyor. Üstelik kendini saklaması sinirime dokunuyor. Belki de bu kitabı ona bir an önce vermeliyim.

Her şey 3 gün içinde olup bitti. Cumartesi eşyalarımı topladım, Pazar günü taşındım. Ve pazartesi sabahı tek celsede boşandım. Hemen arkasından tüm gün, iyi ki işten izin almışım, halletmem gereken resmi işlemlerin arkasından yoruldum. Salı günü işten eve dönerken her zamanki istikametime yöneldim ama iş arkadaşlarımın uyarısıyla kendime geldim. İki yıllık evlilik bende alışkanlıklardan başka bir şey bırakmamış. 

Duygularım hayatımın içine bir türlü sinememişler. Belki de hiç yoklardı, bilemiyorum. Ama duygusal olan her şeyi dışarıda bırakabildiğim için kendimi seviyorum. Çevremdeki pek çok insan gibi, duyguların esiri değilim, tesirinde fazlaca kalmıyorum. Onları hayatımın komutanı haline getirmiyorum. Bu çok eskidendi. Ve bunu değiştirebilmiş olmak kendime dair güvenimi arttırıyor.

Kartal Adliyesinde 10. Aile Mahkemesi’ndeyken, nerede olduğumun ve ne yapmakta olduğumun tam olarak idrakindeydim. Hiçbir anı kaçırmadım. Sabırsız ya da keşkeci değildim. Farkındalığımın keyfindeydim. Umarım hep böyle olur. Berkay’ın dayısı, annesi, babası, arkadaşı, benim annem, babam vardı. Büyükler çok derin ızdırap çekiyorlardı. Kendilerine ve bana haksızlık ediyorlardı. 

Berkay da arkadaşıyla kenarda konuşuyor, ben bir şey dersem ya da sorarsam, ‘hasbinallah’ çekip arkadaşına artistlik yapıyordu. İkimiz baş başayken gergin değildi ama üçüncü bir kişi, Berkay’ın gerçek karakterini ortaya koymasında yeterli oluyordu. Tüm bu seviyesizliğin ortasında doğru yaptığımı bilerek boşandım. Tek bir damla gözyaşı dökmedim. Bir hafta sonra öğlen arasında, izin alıp eski evime gidene kadar. Berkay’ın siparişimle bıraktığı birkaç parça eşyayı alıp, yeni evime taşıyacaktım. 

Kapıyı anahtarla açtım. İnanılmaz… İçerisi bomboş. İlk beğendiğim gün gibi. Temiz, şirin, yaşanmış, her yer ahşap, ahşabın rengi koyu, mutfak mermerlerinde yeşil ağırlıklı çizimler var. Mutfağa katılmış küçük balkonun zemini eski ahşaptan. İlk gördüğümde buraya bir berjer alırız diye düşünmüştüm. Camdan dışarıyı seyretmek için. Tam karşıda zebella gibi apartmanın hemen önünde dev bir çınar ağacı var. Perdeler olmadığı için her şeyi iki yıl önce olduğu gibi aynı sıralamayla görüyorum. İçim cız ediyor. 

Bu sefer tamam tutalım bu evi diyemiyorum. Burası artık benim evim değil. Aklıma bunun ardından hiçbir zaman bir evimin olmadığı geliyor. Hiçbir yere ait olmadığım, olamadığım. Burayı da gerçekten benimsememişim. Belki de daha çok zaman gerekiyordu. Ama eşyaları sahiplenmekten uzak durmayı da seviyorum. Her yerde geçici olduğumu bildiğimden beni çok yaralayamıyor hayat. Ardından gözyaşım göz çukurlarıma toplanıp oradan yerküreye akmanın bir yolunu buluyor. İnce iki sicim evden çıkana kadar terk etmiyor yanaklarımı. İki insanın bir hayat kurup mücadele edip sonra o hayatı yıkması hikayesine ağlıyorum. Hikayeler hep hüzünlendirir beni. Onca sabır, eziyet, uyum, zaman hepsi gitti. Yok oldular boşlukta, bize öğrettikleri kaldı yalnızca. Ev bu haliyle benim yine sempatimi kazanıyor, ardımda bıraktıklarım değil.

17. seansımızı geride bıraktık.

Salonda geziniyordum. Koridordan çıktı, ‘hoş geldiniz’ dedi. El sıkıştık. Yine çok özlemiştim. “Az sonra başlayalım” dedi. Biraz Belgin hanımla konuştu. Geziniyor gibi yapıp o tarafa döndükçe ona bakıyordum. Siyah bir gömlek giymişti. Zaten gömlekleri çok güzeldi ama siyah daha çok yakışmıştı. İçim burkuldu. Çok yakışıklıydı, çok! Hep hayal ettiğim kadar! Ama sadece bana değil, herkese yakışıklıydı! Balkonda çirkin bir kadın vardı. Onun yanına gitti, balkon kapısını kapatıp onunla konuştu. Ben de vücut dilini ölçmek için çaktırmadan bakmaya çalışıyordum ama sanırım çaktı durumu. Sonra yanıma geldi, “Başlayalım mı?”

Önce biraz yeni evimle ilgili sorular sordu. “Memnun musunuz, büyük bir evden sonra ev küçük geldi mi, özel alanınız işgal ediliyor mu?”, gibi. Espriyi de ihmal etmedi. “Ben emlakçıyım da.” Bu soruların bir önemi yoktu, hepsini başımızdan savdım. Şimdilik sıkıntı değildi, zaten uzun süre bu evde kalmayı planlamamıştım. Terapiyi, çözümü zamanın içinde saklı ve konuşarak ilerleyemeyeceğim şeylerle tüketemezdim.

Sonra pazartesi günü gerçekleşen mahkemeden bahsettik.

“Biraz bilgim var, Berkay Bey’le konuştuk, gayet sıradan bir şekilde bitmiş.”

“Evet.” Dedim. Yine bunları konuşarak başlamıştık işte. Belki de hiçbir zaman başka şeyler konuşamayacaktık.

Boşanma kararıma destek olanlardan, boşandıktan sonra hala kararlı ve kendimden emin olabilmemin avantajlarından bahsettik. Sonra biraz derin konulardan, bir zemin sahibi olabilmekten, kendini gerçekleştirebildiğin insanlarla ve mekânsal döngünle örülü, zaman huzmesinden, benim zeminsizliğimden, bu durumun bir aidiyetlik sorununa yol açabileceğinden bahsettik. Aslında hep içinde olduğum, başkası için sorun olabilecek, benim içinse alnımdaki kitapta, hayattaki amaçlarım için gerekli olan araçları sorguluyordu. 

Mümkün olduğunca kaçamak cevaplar verdim. Hala ona tam olarak açılamıyorum. Bazen beni denediğini görüyorum. Bazen basit hareketlerimden, sözlerimden ya da beceriksizliğimden dolayı hakkımda düşük not verdiğini hissediyorum. Yani, bu güne kadar beni ‘bu kadar uzak mesafeden tanıyamaz’ dediğim herkes tanıdı. Bu mesafesizlikle Yücel Hoca beni tanıyamıyorsa bunda bir terslik vardır derim. Belki de benim bu kadar çabuk tanımam, eksikleriyle kabullenmem, sevmem anormaldir. 

Sebep ne olursa olsun, sonuçta kalbimi kırıyor. Başka birisi bildiklerimi anlatsa ‘evet, evet haklısın’ deyip geçiyorum. Ona hem anlattıklarından daha fazlasını bildiğimi göstermek istiyorum hem de bunu ispatlamaya çalışırken aslında anlattıklarını da bilmiyormuş pozisyonuna düşürüyorum kendimi. Dedim ya terapiler artık verimsiz geçiyor. Sanki sadece beklemedeyim. O bu zamanları da işler hale getirmeye çalışıyor. Bense israf etme taraftarıyım. Sıkılıyorum. Karşımda durup yabancım olmasına katlanamıyorum.

Aklımda kalan güzel anlardan birisiydi, kelime oburuydum.

“Ben her şeyi merak ediyorum.” Dedim.

“Ben de.” Dedi.

Entellektüellerden bahsediyorduk. Yücel Hoca;

“Ara sıra efendim, konsere gidiyorlardır, dışarda buluşuyorlardır, efendim, House Cafe’de buluşuyorlar hep, ne yapıyorlarsa orda artık.” Dedi. Kendini entelektüel diye tanımlıyor ve acaba bana zarf mı atıyor. Keşke bunu şimdi değil de terapiden çıkar çıkmaz anlasaydım. Karşılaşırsak çok heyecanlı ve komik olur gerçekten. Kendime bir tane de kemik gözlük mü yapsam acaba? Şaka diyorum. House Cafe bekle beni.

“Konuşmak istediklerimi yazmadım ama sorularımı yazdım.” Ben daha 10 dakikamız geçti sanıyordum meğer 50 dakika olmuş. Fazladan 5 dakika da sorularıma ayırdı.

“Hala terapiye ihtiyacım var mı?”

-Şu an öyle bir süreç görmüyorum, buna daha sonra siz karar vereceksiniz.

“İnsan niye kendine benzeyeni arar?”

Dalgın dalgın konuşmaya başladı, gözleri uzaklardaydı.

-İnsan kendine benzeyeni aramaz. İnsan kendine benzeyeni arıyorsa, kendiyle kıyaslamak için arıyordur. Bu da kalıcı değil geçicidir.

“Erkekler cinsellikten ne arar ve ne bekler?”

-Bunu biraz açabilir misiniz?

“Yani flörtü bütün hayata mı yayarlar yoksa belli zamanlarda başlar ve biter mi?”

-Bazısı yayarak yaşar bazısı belli zamanlarda yaşar. Sizin ilişkinizde Berkay Bey maskülen, siz feminendiniz. Başka bir ilişkide siz feminen olabilirsiniz. Yani aklınızda tutmanız gereken tek şey maskülen ve feminen ayrımıdır.

“Duygusal ihtiyaçlarımdan, kişisel gelişimimden ve hayatımın erkeğini nasıl tanıyacağımdan bahsettik. Peki cinsel ihtiyaçlarım ne olacak? Sizce eş seçiminde bu konu ne kadar önemli? Ve bu konunun benim için ihtiyaç anlamında önemini düşününce bu konunun eş seçimimdeki etkileyici rolünü nasıl dengeleyebilirim? Bununla ilgili bilmem gereken ne var?”

-Bu soruyu 2 dakikada geçmek istemiyorum. Bununla ilgili bir seans yapalım.

“Ama sondan ikinci seanstayız.”

-Berkay Bey’in kalan seanslarını size aktarabiliriz. Onunla haftaya yaparız, sonrakileri size ayırırız.

“Tamam.”

Bu durumda Yücel Hocayla bir değil iki seansımız olacak. Birisi üç gün sonra Perşembe günü. Diğeri, yani dananın kuyruğunun kopacağı ise bir hafta sonra Perşembe günü. Ona bitmiş bir dosya teslim etmem gerekecek. O Perşembe’yi düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Hala dosyayı nasıl teslim etmem gerektiğine karar verebilmiş değilim. Bu yolculuğa çıktığımdan beri üç kez fikir değiştirdim. Son fikrimse sözel zekası yüksek bu adama, kendi sesimle itirafta bulunma düşüncesi. Tabi ki bu fikir beni geriyor. Düşünüyorum daha önce böyle bir şey hiç yapmadım mı acaba diye. 

Beğendiğim bir şeyi kadın-erkek fark etmez, hemen söylerim ya da belli ederim ama birine ‘senden hoşlanıyorum’ hiç demedim.

Bu coğrafyada erkeklerin işi ne kadar zor. Hep önce onlar açılmak zorundalar. Karşılık gördüklerinde mesele yok ama bu durumda reddedilen kişi de hep onlar olmak zorunda kalıyorlar. Hep güçlü olmaları gerekiyor. Toplum soyut sorumluluklar üretip durmadan sırtlarına yüklüyor. Böylece erkek egemen toplum kendini sürekli yeniden üretiyor. Sorun üretilmesi, erkeği daha ailede yıpratmaya başlıyor. Psikolojik ağırlıklar altında eziyor. 

Erkekler hep çok önemliler, aile ilişkilerinde. Ama bence pek azı bu değeri hak ediyor. Aslında tek yaptıkları karılarını ve çocuklarını, sadece varlıklarıyla, kendi hemcinslerinden korumak. Kendi mayalarını bildikleri için hemcinslerini de biliyorlar. Kargalara karşı bir korkuluk görevi görüyorlar. Kadınların işi ise daha somut. 

Görünmez emek işçileri. Onlar çocukları büyütüyorlar. Ev içerisinde sorulan soruların bir numaralı muhatabı onlar. Onlar karın doyuruyor. Aile üyelerinin tabiri caizse eli ayağı oluveriyorlar. Ama bu konuda hep hissettiğim şey şu, bir kadın kocasını seviyorsa, onu anlayabiliyor, seviliyor, kısacası onun varlığıyla tatmin olabiliyorsa, ailesi için hep daha iyisini yapmak içinden geliyor. Daha çok vermek ve onları mutluluğuyla mutlu olmak. Bunu çok az insan yapabilir. Bunu mutlu bir kadın yapabilir. 

Kadındaki iç huzuru aileye yayıldığı zaman, erkeğin de topluma faydası artacaktır. Sonra da çocuklar örnek bir aileden çıkıp örnek bir toplum oluşturabileceklerdir. Kadının da erkek gibi topluma doğrudan nüfuz eden bir işgücü olabilir. Ama bence ailesi öncelik sırasında olmalıdır. Kadın duygusal tatmin için yaratılmış. Mizacı böyle.

Pazar akşamı kendimle birlikte üç arkadaşımıpeşime takıp Caddebostan House Cafe yollarına düştük. Sahilden yürüyüp yerinibulduk ama yerinde yeller esiyordu. Yelken kulübü güvenlik görevlisi dört beşay önce kapandığını söyledi. İnternette Anadolu yakasında başka bir House Cafebulamadım. Avrupa yakasında ise bir sürü var, Teşvikiye değildir herhalde.Taksim desen yol geçen hanı. Allah allah. Neyse sonuçta seni bulamadım hocam.    

Şu an hislerimi soğumadan yazıyorum. 19. Seanstan çıktım.

Eve geldim, hırsımdan ağladım diyeceğim ama ağlayamadım da. Konuşmamız gereken soruyu ikimiz de unuttuk. Seansta zaman zaman duraksamalar oldu. Güzel şeyler konuştuk. Orta halli geçti, işte bitiyor, sağ salim atlattık derken… Çıkarken Yücel Hocam bir hafta sonra yapacağımız, son seansı, o 20. Seansı “15 gün sonra yapalım”, dedi. Belgin Hanım “15 gün sonraya siz yoksunuz Hocam”, deyince sırıttım ve ardından şunları duydum. “O zaman bir sonraki hafta yapalım, 26 Temmuz.” Başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

Ayrıca yine yaptım. ‘Üç hafta sonra yapalım.’, dediğinde, bu işime gelmeyen bir şeydi. Belgin Hanımın yanında, Yücel Hocaya, “Neden?” dedim. “Şu an acil bir durum yok, ondan dolayı”, dedi. “Üç hafta sonra acil bir durum mu olacak?” diye diklendim. Evet, resmen diklendim! Gözlerinden belirgin bir öfke geçti, “Hayır!”. Kafamı önüme eğdim “Tamam”, dedim. Ama iş işten geçmişti. Öfkesini de görmüş olmama ve o an ona tekrar aşık olmama rağmen, onu üzmüş oldum. Sinirlendirmiş oldum. Belki de bana ilgisi azalmıştır. Kendini bilmez, densiz, laf dinlemez, iflah olmaz bir patavatsız olduğumu düşünüyordur. 

Benim gerçekten ciddi sorunlarım mı var? Niye bu kadar kontrol edilmesi, zapt edilmesi zor bir yaratığım? Gerçi o anda diretmek geldi içimden. ‘Hayır, haftaya geleceğim!’ Haftaya geleceğim çünkü yazdıklarımı vermek için son bir haftalık heyecan daha çekebilirim. Fazlası olmaz. Öleceğim artık sonunu düşünmekten. Ama diretmedim. Düşüncemi bastıran duyguların arasından kafamı kaldırıp, “Peki.”, dedim. Daha fazla şimşekleri üzerime çekmeyeyim diye. Belki benden hala hoşlanıyordur diye. Üç hafta boyunca mutsuzluktan ölmek iyi bir fikir olabilir diye… Öngörebildiğim şeylere sabredebiliyorum ama hesaplamadığım bir şey çıkageldiğinde böyle deliriveriyorum işte. Koskoca üç haftaya sabretmek!!

Direnmek!

3 hafta!

Hem de 3 hafta!

Bana bunu nasıl yaparsın Yücel!

Damla diye bir arkadaşım oldu. 6 yaşındaymış. Çok akıllı, biraz da uydurmayı seviyor sanırım. Muhabbet ettik. Annesi ve babası Yücel hocamı rehin almışlardı, ben de kızlarıyla ilgilendim. İçeriden çıkageldiklerinde, muhabbetin es yerinde, ‘Biz de biraz sohbet ettik Damla’yla.’, dedim. Yücel hocam bana bakarak o kadar güzel güldü ki, panikledim, elim ayağıma dolandı. Ben de ona bakarsam sanki herkes anlayacakmış ve buna bir anlam veremeyeceklermiş gibi hissettim. Hemen kafamı çevirdim. Yani bir densizlik daha yaptım. O güzel gülüşü ve ona iltifat etme fırsatını kaçırdım. Salak kafam!

Önce uzun uzun hala yüzük takmamla ilgili konuları konuştuk. Yüzüğün benim hayatımı kolaylaştırdığı düşüncemi etraflıca anlattım. Nasıl da her zaman doğru soruları soruyor, doğru yerlere parmak basıyor. Konuşurken ki vücut dilinden pek çok şey anladım. Ama hiçbirini kendime yoramam. Kendi beynimle aynı havayı soluyan kendi gözlerimin gördüklerine teslim olamam. Yani objektif olabileceğime inanmıyorum demek istiyorum.

Yalnızca şunu söyleyebilirim. Konuşurken kendimi kaptırıyor, düşünürken boş duvara bakıyordum. Yüzümü ona döndüğümde, bana ayrıntıları arayan gözlerle baktığını ve benimle karşılaşınca kafasını çevirdiğini gördüm. Bunu defalarca yaptı. Öncekiler gibi ilgiyi üzerine çekme, ya da benimle ilgilenme bakışı değildi bunlar. Beni inceleme bakışıydı. Mimiklerimde, ifadelerimde gizli gerçeklikler arıyordu. Ama ben kafamı çevirir çevirmez yaramazlık yapan bir çocuğun yakalanma anında, fark edildiğini bilmesinin saflığıyla başka yerlere bakıyordu.

Kafasını çevirmeden önce gözlerini çeviriyor, hızlıca. Ben diyorum ki içimden, Allah’ım yine o gözler, nerden çıktılar! Nasıl bu kadar güzeller. Nasıl, nasıl, nasıl! Yüreğinin güzelliği gözlerine yansıyan adam.

Biraz aşktan söz ettik. ‘Aşk nedir demeyeceğim de aşık olmak nedir’ diye sordu. Ben de ‘Bakış gülüş, yakışıklılık, fikirler vs… açısından birini çok beğenmek.’ gibi bir cevap verdim. Bana böyle sorular sorması güzeldi ama hala kabuklarımı soyması gerekiyordu. İstediği cevabı almak için aynı soruyu üç kere çevirip, şeklini değiştirip önüme getirmek zorunda kalıyordu. Çünkü fark ettim de artık daha ciddi ve dişe dokunur şeyler konuşuyoruz. 

Ben kendimle ilgili açık vermek istemiyorum. Benim bir kısmımı tanıyıp başka bir kısmımı bilmeden, bildiği kısmımla hüküm verebilecek olması işten değil. Ona her şeyi en baştan anlatmam için bir sebebim ve yeterli zamanım yok. Bu yüzden terapiler boşa geçiyor. Kaldı ki ben onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bana en azından sempati beslediğini bilmem gerek, bu konuda ona güvenmem gerek her şeyi tüm açıklığıyla anlatabilmek için. Anlatmak için anlamam gerek. Ama hepsinden önce kollarında can bulmam gerek.

Hayatımda bir yabancıyla bu gibi konuları hiç konuşmadım. Özellikle Reyhan Hoca ne güzeldi öyle. Bildiği basmakalıp psikolojik teoremleri genişletmeye çalışırdı. Benimle pek ilgilenmezdi. Ama bu kadar ileri, değil yabancılarla, tanıdıklarla bile gitmemişim ben. Bunu anladım. Başka türlü bunca zorlanmamın sebebi ne olabilir konuşurken? İnsanlara samimi ve açık sözlü geliyorum, Yücel Hocaya bu konuda yetemiyorum. Ne ilginç.

Hayatımla ilgili ihtimalleri düşünüp düşünmediğimi sordu. Bundan sonrası için hayatımda nelerin olabileceğini ve olumlu ya da olumsuz nasıl sonuçlanabileceğini sorguladık. Bunun üzerine kitap çıkarmaktan bahsettik. Bunun beni değiştirip değiştirmeyeceğini konuştuk. Hep ilgimi çeken güzel konulardan ilerledik. Sonra “Bundan sonra tamamen tek başınıza olduğunuz bir süreç var önünüzde, bunu hatırlatmak istedim, fazla mesai yapmanız gerekebilir.” Dedi.

“Burada noktalıyoruz.”

her şey yapılabilir*bir beyaz kağıtla*uçak örneğin uçurtma mesela*altına konulabilir*bir ayağı ötekinden kısa olduğu için*sallanan bir masanın*veya şiir yazılabilir*süresi ötekilerden kısa*bir ömür üzerine.*bir beyaz kağıda*her şey yazılabilir*senin dışında*güzelliğine benzetme bulmak zor*sen iyisi mi sana benzemeye çalışan*her şeyden*bir gülden bir ilk bir sonbahardan sor*belki tabiattadır çaresi*senin bir çiçeğe bu kadar benzemenin*ve benim*bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliğim*anlarım bitkiden filan*ama anlatamam*toprağın güneşle konuşmasını*sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla*sen bana ışık ver yeter*bende filiz çok*köklerim içimde gizlidir*gelen giden açan soran bere budak yok*bir şiir istersin*”içinde benzetmeler olan”*kusura bakma sevgilim*heybemde sana benzeyecek kadar*güzel bir şey yok*uzun bir yoldan gelen*tedariksiz katıksız bir yolcuyum*yaralı yarasız sevdalardan geçtim*koynumda bir beyaz kağıt boşluğu*her şeyi anlattım*olan olmayan acıtan sancıtan*bilsem ki sana varmak içindi*bütün mola sancıları*bütün stabilize arkadaşlıklar*daha hızlı koşardım*severadım gelirdim*gözlerinin mercan maviliğine*

sana bakmak*suya bakmaktır*sana bakmak*bir mucizeyi anlamaktır*sağa sola bakmadan yürüdüğüm yollar tanıktır*aşk sorgusunda şahanem*yalnız kelepçeler sanıktır*ne yazsam olmuyor*çünkü bilenler hatırlar*hem yapılmış hem yapma çiçek satanlar*bahçıvanlar değil tüccarlardır*sen öyle göz*sen öyle toprak ve güneş ortaklığı*sen teninde cennet kayganlığı iken*sana şiir yazmak ahmaklıktır*bir tek söz kalır*dişlerimin arasından*ben sana gülüm derim*gülün ömrü uzamaya başlar*verdiğim bütün sözler*sende kalsın isterim*ben sana gülüm derim*gül sana benzediği için ölümsüz*yazdığım bütün şiirler*sana başlayan bir kitap için önsöz*sana bakmak*bir beyaz kağıda bakmaktır*her şey olmaya hazır*sana bakmak*suya bakmaktır*gördüğün suretten utanmak*sana bakmak*bütün rastlantıları reddedip*bir mucizeyi anlamaktır*sana bakmak*Allah’a inanmaktır

( Yılmaz Erdoğan – Yeni Bir Sayfada Sana Bakmak

8.Bölümün sonuna geldiniz. Umarım beğenmişsinizdir.

9.Bölüm için tıklayınız.

Sevgilerimle.