ve Aşk Terapisi (1.Bölüm)
ve Aşk Terapisi
Gözlükleri vardı. Hem de kemik gözlük. Gri kıvrak çizgiler mi geziniyor çerçevende? Kendime uzun zamandır gözlük almak istiyordum. Ama bana yakışmaz ki. Kaç defa denedim. Ona yakışıyor. Ama bence yakıştığı için takmıyor. Başka bir sebebi olmalı.
Pos bıyıkları var. Evet aynı Çiçek Abbas filminde Şener Şen’de gördüklerimizden. Ama az sonra, “Aksaray bir iki, Aksaray bir iki…” diyecekmiş hissi uyandırmıyor. Hatta o, modern işlevlerini sürdürürken bıyığı da ona ayak uyduruyor, onu tamamlıyor. Bir görseniz o kadar güzel gözleri var ki. Hele bir gülüşü var, içinizi sıcacık yapan. Ama gözlüklerin arkasına saklanmışlar. Aman görmeyin zaten. Neyse ki görseniz de anlamayacaksınız ne demek istediğimi. Benim gördüklerimi göremeyeceksiniz. Çünkü onu okuyacak gözler yalnız bende var. Yalnız bana bahşedilmiş.
Onu anlatmaya kalksam sayfalar yetmez ama hikayenin başında ben varım zaten. Önce benden bahsetmeliyim size, onu anlamanıza yardımcı olmak için.
Evlendim. Defalarca ölçtüm, tarttım. Boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı. Ve sonra ben, evlendim. Evlilik pazarlık mı diyecekseniz, demeyin. Evlilik sadece bir uyum. Ve ben uyar mıyım uymaz mıyım emin olamadan, evleniverdim.
İçimdeki mantık “uymazsınız” dedikçe duygularım, “uya da bilirsiniz;” duygularım “ne işim var benim bu adamla” deyince aklım “ama o seni aldatmaz, sensiz dünyalar keşfetmeye çıkmaz, sen keşfederken de arkadaşın olur” diyordu. Tabii ki de bu yalandı. Zaten aklım da duygularım da salt kendi başlarına karar veremiyordu. En sonunda öyle bir çıkmaza geldim ki, ilerisini görebildiğim, umut edebildiğim tek yol evlenmekti.
İlk yıllar kavgayla geçti. Dediler ki: İlk üç sene çok kritik, birbirinize alışma dönemi. Peki dedim, sağlıklı karar vermek için bu üç seneyi geçirmek lazım, haklısınız. Kâh, gittim salonda yattım, kâh bağırdım çağırdım. Bazen de eşya kırdım. Sonra o da eşya kırdı. Küslük tutamadım. Ama o tuttu. En çok da bu canımı sıktı. Ama her şeyiyle evin içinde onunla kalarak sabrettim.
Başlarda beklediklerimden fazlası değildi yaşadıklarım. Yani kavgalar, gürültüler benim için hafif kalıyordu. En sonunda evde huzurum kalmayınca, her gün yeni bir direniş ve yeni bir düşmanlıkla burun buruna gelince, kendi kendime dedim: Dışarıda zaten yeterince zor bir hayat var. Evin içindeki atmosferin dinlendirmesi gerekirken, rahatlatması gerekirken, bir dost kucağı olması gerekirken bu kavga niye? “Sen bunu dedin, ben onu dedim. Şunu yapmıştın unuttun mu, ben ise böyle yapmıştım…” Bu sidik yarışı da neyin nesi! Bilseydim mahalleden adam toplayıp öyle evlenirdim.
Bir sene çift terapisine gitmenin yolunu yaptım. Geri dönüşü olmayan yollara girmeyelim diye.
Kocam Berkay buna çok istekli değildi. Bunun benim fikrim olması da isteksizliğini tetiklemiş olabilir. Bir seferinde, “Boşanacağım senden!” dedim. Bunu birbirimize koz olarak kullanıyorduk ama ilk ben başlatmıştım ve ben çok ciddiydim. Kesin boşanmaya karar verdik. Psikolojim yerlerde sürünüyor. Boşanmanın duygusal yüklerini, içinde doğup büyüdüğümüz, toplumun boşanmış kadının sırtına yüklediği yükleri taşıyabilir miyim bilmiyorum. Belki başka zaman, ama şimdi muamma.
Ailelere haber verildi. Geldiler, konuşuldu. Ama iki ailenin kafasında da bu çocuklar anlaşacaklar başka yolu yok ninnileri. İki aile de boşanma ihtimalinden öcü görmüş gibi kaçıyor. İkisi için de el alem ne der konusu var. Seni beni umursayan yok burada, biz varız yalnızca.
Bizi yaşatabilmek için bazı ‘ben’lere narkoz vurmak olağan ve legal.
Aynı konular konuşuldu, üzerimizde nazar olabileceği, hatta birinin bize büyü yapmış olabileceği falan düşündüler. Sonuçta biz yeni evli ve “mutlu” bir çifttik. Bütün gözler üzerimizdeydi. Peki, ama sorunları bakış açısı mı çözecek, elini taşın altına koymadan. Herkes o taşı görmeyi reddetti. Yol gösteremeyince,”Bizi çok üzüyorsunuz bak, sizin yüzünüzden uyuyamıyoruz, içimiz hiç rahat değil” nevinden sözler sarf ettiler. Bizim mutsuzluğumuz yüzünden mutsuz oldukları yükünü de üzerimize bırakıp gittiler.
Gecenin tek faydalı sonucu terapiye gitmemiz gerektiğine katılmalarıydı.
Berkay, her zamanki gibi sonraki günlerde de “gelirim gelmem, gideriz gitmem” gibi sözlerle iki ileri bir geri deyimine bağlılığını sergiledi. Ben de üzerine gitmedim. Hem zaten dedim ya, önce konumuz ‘ben’im. Önce ben terapiye gittim. Ortalığı kolaçan etmeye gider gibi.
“Ben bireysel terapi almak istiyorum ama sonra eşimle birlikte çift terapisine geleceğiz.” dedim terapist hanıma. “Hay hay” dedi. “Çok güvendiğim iki terapistim var, gözlerim kapalı herkesi emanet ederim ikisine de. Birisi Reyhan Hoca, diğeri Yücel hoca. Reyhan Hoca’yla siz çok iyi çalışacaksınız, bundan şüphem yok.” Geldik, gördük, tanıştık Reyhan Hoca’yla.
Kocaman gözleriyle, durağan mizacıyla güven veren biriydi ilk başta. Sonra şefkatini gördüm. Yabancı birinden şefkat görmek allak bullak eder insanı. Canım sıkıldı. Benim çektiğim sıkıntıları, bugüne kadar kimseye anlatmadıklarımı gelmiş bu kadına anlatıyordum. Ve ne kadar profesyonel olursa olsun, her kadın biraz anaçtı.
Ona kendimi anlatmaya çalıştım. Aslında yapmaya çalıştığım bu değildi. Beni anlamayacağını en baştan biliyordum. Sadece benim yaşadıklarımın bir kısmını anlamalıydı. Küçük müdahalelerle yaralarımı biraz toparlayabilirse, büyük yaralarıma ben pansuman yapabilirdim.
Böyle birkaç ay sonra Reyhan Hoca, bende bipolar kişilik özelliklerinin olduğunu fark etti. Hiç istemeyerek de olsa psikiyatriste gitmeyi kabul ettim. Aslında başka şansım da yoktu.
Lityum tedavisine başladık, bu arada kocamı ve hayatımı sabitlemeye çalıştık. Her şey aşırı bir hızla dönüyor, yükseliyor ve alçalıyordu. Bu süreçte kocamla ilişkim arkadaşça ve beklentisiz bir hal aldı. Benim için önemli olanı başarmıştık, artık evin içinde gergin değildik. O eve gelince gerilmiyordum. Sıradanlaşmıştı onunla yaşamak ve bu bilinçle ev arkadaşlarıma gösterdiğim tüm özeni ona da gösteriyordum.
Bireysel terapilere kimi zaman omuzlarım çökmüş gittim. Kimi zaman manik halde. Haliyle kimi zaman gözüm bir şey görmüyordu, kimi zamansa beklerken muhabbet edecek birilerini buluyordum. Bazen de insanların dengeli dedikleri ruh haline bürünüp oturuyordum.
Böyle günlerden birinde, ruhum onun ruhunu gördü.
Kapalı ruh hali bir şeyler saklamak ister gibiydi. Ben onu biliyordum, o beni biliyordu, ama önümüzdeki haftalar boyunca aramızdaki sessiz çekimin bizi sessiz itkiye götürmesini olgunlukla karşılamıştık. Ben o zamanki duygularımı düşündüğümde şöyle söyleyebilirim.
Yeni bir ortama girdiğinizde bazı insanlarla mesafelerinizi görebilirsiniz. “Bununla aramda beş santim var, bununla aramda dağlar var, bununla uçurum var. Bu nasıl bir insan, hemen buradan uzaklaşmalıyım.” Ya da, “Beraber bir şeyler yapabilir miyiz acaba?” gibi iç sesleriniz harekete geçer. Bu mesafeler din, dil, ırk, siyasi görüş ya da bütün diğer düşüncelerle ilgili değildir. Esasen bir bakış bunu kolaylaştırabilir ama daha çok ruhsal bir yakınlık olduğundan, göz temasına gerek yoktur.
Onunla da göz teması olmamıştı. Olsa da gözlüklerine bakardım önce sanırım, gözlerini görmezden gelmek için. Ama bu insanla sanki hiç mesafe yoktu. Bunu netleştirmenin tek yolu iletişim kurmaktı. Ama bunu ben yapamazdım. Ben evliydim, o da evli olabilirdi. Dolayısıyla o da benimle tanışmak için ya da tanışmamak için, tüm bu hareket için bir sebep ya da düşünce kırıntısı bulamazdı.
Tek söyleyebileceğim görüntüsü ilgimi çekmişti. Bana yakın bir şeyler vardı yüzünde ve ruhunda. Ruhunu net görememiştim, onu tanımamak hem iyiydi hem kötü. Kötüydü, hiçbir zaman öğrenemeyecektim. İyiydi, aradığımı onda bulmaktan korkuyordum. Şimdi düşününce tüm bunların bilinçaltımdan öteye geçmediğini anlıyorum. İşin ilginç tarafı onu bir gün tanımak zorunda kalabileceğim ihtimali, gözümün önünde bana bakarak dans ederken, aklımın ucuna bile gelmedi.
Birinci bölümün sonuna geldik. Umarım beğenmişsinizdir.
2.bölüm için tıklayınız. Sevgilerimle.
Birinci bölümü wattpad sayfamdan da okuyabilirsiniz.
Güzel ve akıcı bir yazı olmuş kaleminize sağlık. Sıra ile bütün bölümleri okumaya devam edeceğim.
Çok teşekkürler.