Beyaz Saç ve Orman

Beyaz Saç ve Orman

27 Ekim 2018 0 Yazar: rumeysa sariarslan

Beyaz Saç ve Orman;

İnsanlara gurur ve kibirden yaklaşılmayan dönemlerdi. Kimse kimseye iltifat etmezdi. O kimse de öteki kimseye. Şişli’den Dolapdere’ye inen yokuşun başında eski bir Rum apartmanının 4. katında oturuyorduk. Mevsimlerden kıştı. Bazen hafif seyreden bazen kramplı gelişen ağrılar gibi rüzgar da önce biraz hafif seyredip sonra azgın bir boğa gibi saldırarak kendini hissettiriyordu.

Evden az önce çıkmış, temiz hava almak için kahvaltı alışverişini bahane etmiştim. Her zamanki mahalle bakkalına girdim. Bir kalıp peynir bir de ekmek istedim. Bakkal ters ters bakıp “Ekmek orada” deyip önündeki dolaptan bir kalıp peyniri poşete atıverdi. İki saniyede beni dükkândan kovaladı. Sanki bende tahammül edemediği bir şeyler var gibiydi. Oysa en şirin ifademi takınmıştım. 3 yıldır alışveriş yaptığım bakkalı başkalarıyla sohbet ederken görüp, üç yıldır bir gülümsemeyi hak edememenin verdiği merakla. Ekmek peynirimi alıp söylene söylene eve yürüdüm. Çocukların hafta sonu kursu vardı. Oğlanın gitar kursu, kızın tiyatro kursu. Eşim Turgay’la ikimiz bunamış ihtiyarlar gibi, çocuksuz, sessiz evde hafta sonu başlıklı, tatsız tuzsuz iki gün geçirecektik. Bu iki günü güzelleştirmenin bir yolu olmalıydı ama nasıl?

Alışverişi düşündüm, sinemayı, tiyatroyu… Eşim bu soğukta asla dışarı çıkmaz. Zaten beş gün çalışıyorum bırak bari iki gün dinleneyim der. Düşündüğüm bütün ihtimaller kafamda birer birer sınavdan eksi not alan öğrenciler gibi buruk, silindi gitti. Bugün evde olsak, yarın Turgay’ı dışarı çıkmaya belki ikna edebilirim diye içimden geçirdim.

Daireme girdim. Sağ taraftaki mutfağa girip elimdeki poşeti bıraktım. Kahvaltı hazırlamak için erkendi. Eşim hala uyuyordu, bense acıkmamıştım. Elime bir kitap alıp sıkıntıdan patlamamak için idare ederim diye düşünüyordum.

Dolapta Bir Karaltı

Önce kurumuş çamaşırları yerleştirdim. Holdeki kocaman gömme dolabı açıp temiz çarşafları katladım. Dolabın sağ iç tarafındaki duvarın olduğu yerde bir karanlık gözüme çarptı. Elimi uzattım, elim karardı. Geri çıkardım, elime baktım. “Allah Allah…” Bir adım atıp karanlığa kafamı uzattım. Kafam karaltıya girince başımda bir ağırlık… Gelişigüzel basılan org notalarının çıkardıkları sesler gibi sesler kulağımda. Diğer tarafın aydınlığına baktığımda, pırıl pırıl güneş, balta girmemiş ormanlarla kaplı bir ova ortasında hem şirin hem ihtişamlı, ahşap bir kulübe. Kuş cıvıltılarıyla birlikte bütün dert ve kederlerimi, eşime, çocuklarıma dargınlığımı, bakkal amcanın gururlu suratını, tüm dünyaya küskünlüğümü unutuverdim. Aklımdan çıkarmanın ötesinde, ruhum bunları unutturacak bir duş almış, duygularım sıfır kilometreye geri sarmıştı sanki.  

beyaz saçın evi

Öte yandan içimde bir merakın filizlendiğini hissediyordum. Bu merak, o kadar ki, evimin dolabından böyle bir ormana nasıl geldiğim değildi. Bu merak, ormanın ortasında bu ovanın nasıl oluştuğu, bu evin burada tek başına ne yaptığı ve bu yaz gününde neden bacasından duman çıktığıyla ilgiliydi. Evin dik çatısının parlak kiremitleri gözümü alırken, uzun gövdesindeki pencerelerin şıklığına bakarak eve doğru ilerliyordum. Evin duvarları iç içe geçmiş taşlarla bir pazılı andırıyordu. Soluk taşların renk sırasına önem vermeden dizilmiş hali çok eğlenceli görünüyordu. Kapıya yaklaşıp durdum. İçeriden ses gelip gelmediğine bakmak istemiştim.

Bu sırada kapının iki tarafına asılmış sarmaşıklar ilgimi çekti. Renk renk çiçekler açmış sarmaşık hayatımda ilk defa görüyordum. Yer yer boyası dökülmüş ahşap kapıyı tıklattım. Biraz bekledim. Sonra tekrar. Nedense içimde hiç endişe yoktu. Bu ev bu haliyle bir hayli tanıdıktı bana. Az sonra içerden bir ayak sesi geldi. Ağır ağır ilerleyen sesler kapıya yaklaşınca kesildi. Kapının dürbünü yoktu. Zaten ardına kadar hemen açıldı.

Beyaz Saç ve Kulübe

Yaşlı bir yüz, meraklı bir gülümseme ve rehavet dolu bir sesle; “Ahh, senin ne işin var burada?” Dedi. Esmer beyaz saçlı, kıyafetlerinden iplik ve toz sarkan yaşlı adamın sakalları düzgün kesilememiş, kısalı uzunlu duruyordu. Beyaz küt saçları yüzünün buruşukluğuna heyecan katıyordu.

“Beni tanıyor musunuz?” Dedim.

“Elbette tanıyorum, oldukça gençsin, herhalde dünyadan geldin değil mi” Dedi.

İçeriden gelen ses, “ Hadi Beyaz Saç, sabaha kadar seni bekleyemeyiz, malum belki ölürüz belli mi olur.” Dedi. Ardından kahkahalar duyuldu.

Bu da oldukça yaşlı ve titrek bir sesti. Beyaz Saç olduğunu anladığım kişi bana;

“Neyse hadi içeri gel de arkadaşlarımı kızdırma. Seninle sonra ilgilenirim.” Dedi.

İçeri girdiğimde beni, holden geçerek, kapı bağlantısız salona buyur ettiler. Fark ettim ki, pencereler kapalı perdeler çekili, içeride yalnızca küçük bir abajurun ve yanan şöminenin yaydığı ışık var. Loş ortamın havası ise dışarısıyla aynı ısıda, sıcacık.

şömine

Dört yaşlı adam kirli bir masa örtüsü serili, yuvarlak masaya oturmuş okey oynuyorlardı. Birinin yüzü bana kapıyı açandan en az üç kat daha buruşuktu. Gözlerini nasıl açtığına hayret ettim. Bir tanesi çok şişmandı. Onun koltuğu diğerlerininkine göre oldukça büyüktü. Diğer adamınsa kafasında hiç saç yoktu. Ama sanki annesinin karnından böyle çıkmış da kimse onun saçlı halini hatırlamıyor gibiydi. Kel kafasıyla bütünleşmiş de bir vücudu vardı.

Şömine, Ağaç ve Fotoğraf

Sormak istediğim birçok şey vardı ama önce, onlar oyunlarını bitirirken bekliyor bu arada da ortalığı iyice inceliyordum. Bir saat bekleme boyunca şöminedeki odunlar hiç azalmadı. Hem yanıyorlardı hem de yanmıyorlardı. Duvarlar boydan boya ahşap kaplamalı, birkaç kolonun öne çıkmasıyla girintili çıkıntılı gözüküyordu. Salonun girişinden koridora bakınca yukarı kata çıkan döner merdiven görülüyordu. O da ahşaptı ve duvarlara nazaran daha açık bir tonu vardı. Alçak tavanlar boyasız, marangozdan çıkma olduğu gibi kalasların yan yana dizilmesinden ibaretti.

En ilginci şöminenin olduğu duvarın iki köşesinde iki koskoca orman ağacı dikiliydi. Kökü toprakta başı üst kata kadar uzanan gövdesinin yarısını görebildiğim iki dev ağaçtı bunlar. Onları fark ettiğimde salonun yarı tavanının olmadığını, hatta belki üst kat asma kat olabilirdi, gördüm. Şöminenin üstünde tavana kadar dolu kitap rafları vardı. Ağaçların zirvesi gibi onun da nereye kadar gittiği görülemiyordu. Masanın durduğu kapı önündeki duvarda, ahşap el yapımı çerçeve tüm orijinalliğiyle, bakışlara görkem dağıtıyordu. İçindeki resimde bu yaşlı adamların, şöminenin başında, omuz omuza sarılmış bir fotoğrafı vardı. Fotoğrafta şömine her zamanki gibi yanıyordu. Ayrıca adamların şu an üzerlerindeki giysiler, fotoğraftakinin birebir aynıydı.

Adamların konuşmalarına bakılırsa çok samimiydiler. Sanki asırlardır birbirlerini tanıyormuş gibi. Biraz sonra oyunlarını bitirdiler. Hepsi ağır adımlarla masadan kalkıp birer birer tekli koltuklarına geçtiler. Yalnız bana kapıyı açan Beyaz Saç benim oturduğum ikili koltuğa gelip yüzünü bana dönerek oturdu. Bir müddet sanki zaten bekledikleri bir misafir gelmiş gibi muhabbet ettiler. Ben de onlara eşlik ettim. Sonra Beyaz Saç, “Buraya çoktandır dünyalı gelmemişti” Dedi. O böyle deyince ben de ona, siz dünyalı değil misiniz, ben buraya nasıl geldim gibi sorular sormaya başladım. Ama Beyaz Saç beni aynı umursamaz gözleriyle süzerek, “Bunu hiç birimiz bilemeyiz” Dedi.

Kütüphane ve Benim İçin Kitap

Bunun ardından şöminenin üzerindeki kitapları işaret ederek, “Orada senin için bir kitap var. Kütüphaneye yaklaşırsan kitap seni bulacak.” Dedi. Tam o anda bütün bunlara nasıl şaşırmadığıma şaşırıyor, ayrıca nasıl bu kadar eğlenebildiğime hayret ediyordum. Bu düşünceler içerisinde kütüphaneye yaklaştım. Burada benim için ne olabilir ki diye düşündüm. Sırasıyla kitaplar aşağıdan yukarıya doğru parlamaya başladı. Gözlerimle kitaplarda beliren parıltıları takip ediyordum. Işık kalın bir cilt kitapta durup iyice parlaklık kazanmaya başladı. Beyaz Saç’a baktım. “O kitap senin için” Dedi. Sanırım Beyaz Saç bu yaşlı adamların lideri diye geçirdim içimden.

kitaplık

Kitabı rahatlıkla rafından çıkardım. Üzerinde kabartma harflerle, ‘Sevgi’ yazıyordu. ‘Sevgi’ diye okudum içimden. Hayatımda olmayan şey. Dönüp yaşlılar heyetine baktım. Bu sefer diğerlerinin Koca Göbek diye seslendikleri şişman olan “Haydi otur da seninle biraz sohbet edelim” Dedi. Meğer ne kadar ihtiyacım varmış hayatımı hiç bilmeyen birilerine anlatmaya. Uzun uzun sohbet ettik. Çağın bencilliğinden dünyanın geldiği son durumdan, insanların hazcı, yöneticilerin umursamaz oluşundan, yalnızlıktan, boşanmaların artışından, boşanmayanların da aynı evin içinde farklı dünyalar yaşadıklarından dem vurarak, içimde beni kemiren tüm kurtları bu yaşlı, bilgin ve kirli adamlara anlattım.

Kendi ailemden örnek vererek yaşadığımız yeniçağı onların zihin dünyalarına sundum, yapacakları yorumları merakla bekleyerek. Buruşuk surat “Demek durum bu kadar kötüye gidiyor.” Dedi kafasını bile oynatmadan kısık gözleriyle. Öyle ki sesin ondan çıkıp çıkmadığını anlamak için bir müddet loş ışıkta yüzünü bulmaya çalıştım. Onları hüzünlü görünce dayanamadım ve belki de sadece benim yaşadığım sıkıntılar bunlar. Dünya çok büyük. Hala bir yerlerde mutlu ve heyecanlı hayatlar süren insanlar olmalı diyerek onlara ümit vermeye çalıştım. Daz Kafa “Öyle olmalı, tabi” diye başını salladı bana katılarak. Beyaz Saç “Senin için üzüldüm.” Dedi ve devam etti. “Hepimizin seninkine benzemeyen hüzün hikâyeleri var. Biz de dünyadan geldik ve burada 4 kişi yaşıyoruz. Bir çeşit araf hayatı düşün. İşte burası öyle bir dünya.

Ormanda Hayat

Burada pek çok şeyden mahrumuz. Ama hepimizin dünyada şikâyet ettiği konular vardı ve artık bunlardan uzağız. Aynı senin gibi. Merak etme istediğin zaman evine dönebilirsin. Bizler dönemeyiz. Şu halimize bak burada ölüm yok. Çünkü burada bilindik manada hayat da yok. Bu ormandan çıkış yok ve bu evi ben yaptım. 50 yıldır dünyadan hiçbir misafirimiz olmamıştı. Şimdi sen geldin. Demek ki can sıkıntın sana bu yolu açtı. Düşünmen gereken çok şey var. Ama önce senin için seçilen kitabı okumalısın.”

Koca Göbek, “Anlayamadığın yerler olursa bana danışmaktan çekinme o kitabı tam elli yedi kere okudum, hatta istersen sana anlatabilirim.” Diyerek güldü. Bu adam oldukça neşeliydi. Ben, “ Peki sizin hikâyeleriniz nelerdir?” Diye sordum. Koca Göbek diğer üç bilgeden tarafa bakarak göz diliyle konuşmaya başlamak için izin istedi. Ben bu sırada, insan birkaç yüzyıl yaşarsa her halde herkes bilge olabilir diye düşünüyordum.

“Benim derdim hastalıktı. Doğduğumdan beri iki insan kilosundaydım. Annem ve babam bana bakmak için çok direndiler. Ama ben o zamanlar bunun bir sorun olduğunu fark edememiştim. Beni durmadan doktora götürüyorlardı. Çeşit çeşit diyetler yaptığım halde, zayıflayamıyor ve sürekli kilo alıyordum. Otuzlu yaşlarıma kadar dünyada yaşadım. Son 5 yılımda herkes gibi sevdiğim kadınla evlenemediğim, bedenimi taşıyamadığım ve kilo almaya devam ettiğim için mutsuz olmaya başladım. Annem ve babam bir gün gizlice konuşurlarken onları duydum. Doktorlar böyle giderse yakında şişmanlıktan öleceğimi söylemişler. Bense ölmek istemiyordum. Kendim için değil ama annem ve babam için bir hayal kırıklığı ve üzüntü sebebi olmak çok canımı yakıyordu.

Eski Taş Bina

Bu acılarım her geçen gün beni daha da sıkarken bir gün sebebini anlayamadan ayaklarım beni terk edilmiş bir binanın içine götürdü. Eski ve taş bina ilgimi çekmişti. Belki de üzerime çöker ve şişmanlıktan değil de enkaz altında kalmaktan ölürüm diye umutlandığımı hatırlıyorum. Annemin ağlamasına artık dayanamıyordum. Derken duvarın içinde bir karaltı gördüm. Orada ne var acaba diye düşünerek karaltının içine yürüdüm. Kaybedecek bir şeyim yoktu.

harabe

Sonra bu üç yaşlı adamı buldum ve bunun için minnettarım. Daha sonra eve dönüp aileme beni merak etmemelerini, onları sevdiğimi ve tedavi olmaya gittiğimi söyledim. Anneme dedim ki, benim cesedimi görmeden öldüğüme asla inanma. Ve hiç üzülme. Ben mutluyum sen de mutlu ol. Ve seçimimi yaptım. Buraya geldim geleli kilo almam durdu. Sanırım iki yüz otuz yaşındayım. Değil mi gençler?”

Beyaz Saç cevap verdi. “En az iki yüz kırk olduğuna bahse girerim.”

Anlatma sırasının Daz Kafa’ya geldiğini benim dışımda herkes biliyormuş gibi birden ona baktılar. O da yüzünü bana söndü.

“Ben doğduğumda kelmişim biliyor musun?”

“Öyle mi?” dedim şaşırarak. Hepsi birden güldüler bu girişe. Ben de böyle bir başlangıç beklemiyordum doğrusu.

“Ama sorun bu değil. Babam beni terk etmiş ve annem ben 3 yaşındayken ölünce beni teyzem büyütmüş. Beni çok sevdiler haklarını yiyemem ama annemi hep özledim. Hep içim yandı. Çocuklar benimle kel, öksüz diye dalga geçtiler. Karım dışında kimse beni sevmedi. Onu bulup ona dört elle sarılmışken o da ölünce depresyona girdim. Hastaneye yatacak kadar. Ama sonra hastaneden kaçtım ve buraya geldim. Buraya hastaneye yeni aldıkları hekim dolabının içinden geldim. Sadece saklanmak istedim ve ormana düşüverdim. Aslında burada olduğum kadar hiçbir yerde mutlu olmamıştım. Burada sınırsız muhabbet, sınırsız çay, sınırsız kitap ve sınırsız ağaç var.”

Batan Gemiler

Bunları anlatırken yeni bir şey keşfetmiş gibi her cümlesinde gözlerinde parıltılar ışıldıyordu. Dünyaya ayak uyduramamasına şaşmamalı diye düşündüm. Her şeye pozitif baktığı her halinden belliydi. Aslında Daz Kafa’nın sorunu yoktu. Daz Kafa’ya burada, küçük ama onun için oldukça büyük yeni bir dünya bahşedilmişti. O kadar. Geriye Buruşuk Surat ve Beyaz Saç’ın öyküleri kalmıştı. Bu sırada aklıma evdekiler geldi. Acaba eşim uyanmış, beni bulamamış, meraklanmış mıydı? Saniyelerle aklımdan geçen düşünceler yerini Buruşuk Surat’ın hikâyesine olan merakıma bıraktı.

“Ben denizi çok severdim. Burada da en çok özlemini çektiğim şey deniz, dostlarım. Büyük bir gemim vardı. O dönem için elzem olan şeker, buğday, tahıl gibi gıdaların ticaretini yapıyordum. İşler yolunda gitmiş hızlı şekilde yükselmiştim. Ne var ki tüm kazancımı gemideki kamaramda, gizli bir kasada tutuyordum. Bir gün içinde mallar varken gemim büyük bir kayaya çarptı ve ağır ağır sulara gömüldü. Canımı kurtardım ama canımı kurtardığıma sevinemedim. Tüm birikimim, ekmek teknem gitmişti. Üstelik batan mallar yüzünden borçlanmıştım. Çok utanıyordum. Borçlarımı ödemek için evimi elden çıkarmak zorunda kaldım.

batan gemi

Sessizce şehri terk ettim. Ve ondan sonra sokaklarda yaşamaya başladım. Bir gün soğuktan donmak üzereyken duvarda bir karanlık fark ettim. Bu gizemli karanlık beni kendine çekti. Ve iyi ki de bu ormana düştüm. Kaç yaşında olduğumu hatırlayan var mı? Ben hatırlamıyorum ama üç yüzü geçmiş olmalıyım.”

Beyaz Saç “Bunu ben de hatırlamıyorum.” Dedi. Buruşuk Surat devam etti.

“İnsan trajedilerin üzerinden 300 sene geçince duygularını bile hatırlamakta güçlük çekiyor. Sanki tüm bunları ben yaşamamışım gibi.”

Herkesin kendi iç dünyasına yöneldiği derin bir sessizlik çöktü bir iki saniye odaya.

Beyaz Saç

Sonra Beyaz Saç bir iç çekti belli belirsiz. “Bana Gelince…” Dedi.

“Bana gelince ben yaklaşık 500 sene evvel buraya düştüm. Düştüğümde de yaşlıydım ama burada daha genç hissettim dostlar. Orman bana kucak açtı. Kızım bakma öyle. Ben bilsem anlatmaz mıyım?”

Koca Göbek, “Hafızasını kaybetmiş.” Dedi. “Kim olduğunu nasıl ve neden geldiğini bilmiyor. Ama bu evi inşa eden o. Hem de tek başına. Gerçekten sabır işi. Dünyanın bilgeliği bu ormanın bilgeliğinden çok daha etkili olmalı. Buraya gençken düşseydi ne yapardı bilmiyorum.”

“Peki öyleyse.” dedim. “Hepinizi çok iyi anlıyorum. Bazıları için sıradan olan hayat mücadelesi, bazıları için katlanılmaz olabiliyor.” Sonra kendimi düşündüm. Gerçekten istemiyor muydum o dünyayı. Bu güne kadar başka bir alternatifimin olabileceğini düşünmemiştim.

Daz Kafa yanıma gelip “Telefonlardan ne haber?” dedi. Teknolojik gelişmeleri takip ediyordu anlaşılan. Onunla biraz muhabbet ettim ve kitabımı okumak istediğimi söyledim. Beyaz Saç beni üst katta bir odaya çıkardı. Bu ahşap çatı katı, gerçek olabileceğini hayal edemeyeceğim kadar hem süslü hem de sade bir şıklıktaydı. Beyaz Saç’ın nasıl bu kadar zevkli olduğunu düşündüm. Hafızası da yoktu. Acaba Beyaz Saç melek falan olabilir miydi? Oturup kitabımı okumaya başladım.

Ertesi gün Elimde kitapla uyuya kaldığım yataktan Beyaz Saç’ın dürtmeleriyle uyandım. Sanki burada onlarla yüzyıllardır birlikte yaşıyormuşum gibi bana “Dostum haydi kalk, herkes aşağıda kahvaltı için seni bekliyor, acele et Koca göbek birazdan masayı yiyecek.” Dedi. Doğrusu şikâyet ettiğim samimiyetsizliğe rağmen bu samimiyeti garipsemiyor değildim. Her seferinde bu yabancıların içimi gören bakışları ve rahat sözleri elimde olmadan bana batıyordu.

Kitap ve Bakış Açısı

Elimi yüzümü yıkadım ve aşağı inmeden önce kitabı düşündüm. Kitapta bana tıpatıp benzeyen bir kadın karakter de vardı. Benim gibi çıkmaza girmiş, duygusal hayatında tatmin olamıyordu. Olaylar ve duygular benimkilere çok yakındı. Şaşırmıştım. Kitabı bitirene kadar uykum da gelmemişti. Sonra beğendiğim kısımlarına tekrar göz gezdirirken uyuyakalmıştım. Hayatın kendisi sürekli bizi tıkanmalara ve zorluklara götürüyordu. Kalbimizde sevgi olmayınca bu tıkanmalar içinde rahatlama yaşayamıyorduk. Biraz daha esnek ve rahat bir pencereden olaylara bakabilmek ve keyif almaya çalışmaktan başka seçeneğimiz yoktu. Kitaptaki karakterler kaçmaya çalıştıkça duygusal bağlarını da beraberinde götürdüklerini anladılar. Kendilerine karşı sevgiyle mücadele başlattılar. Ben de içimden değişerek kimseden beklenti duymayarak gerçekten daha mutlu olabilir miyim acaba diye düşündüm.

kitap

Orman havası bana yaramıştı ve yaşlılar heyetini daha fazla bekletmek istemedim. Coğrafi konumu olmayan bir ormanın ortasında, taş ve ağaçtan yapılmış bir evin içinde, dünden beri nefes alışlarım bile düzelmişti. Tabiattan ne kadar uzakta yaşıyorum diye düşünerek, ahşap merdivenlerin tırabzanlarını okşarken hafif de bir şarkı mırıldanıyordum.

Koca Göbek, “Anlaşılan misafirimiz uykusunu almış.” Dedi, elini ilk ekmek dilimine atarak. Beyaz Saç’a bakarak, “Hala masayı yememiş.” Dedim. Bu esprilere alışmış ve espriyi ben yapmış olmanın gururuyla. Koca Göbek, “Biraz daha gecikseydin yer sofrasında kahvaltı edecektik dostum.” Dedi.

Sofrada bal, kaymak, pekmez, reçel, peynir, taze sebzelerden domates, salatalık, biber bana bakıyordu. Hepsi de iştah açıcıydı. Kahvaltıdan sonra hep birlikte sabah yürüyüşüne çıktık ve yaşlılar bana çevreyi tanıttı. En çok dev çınar ağaçlarının kapattığı güney ormanları ilgimi çekti. Sanki tavanı ağaç dallarının kapattığı organik bir eve adımımı atmış gibiydim.

Öğlene doğru kulübeye döndüğümüzde ikinci kahvaltımızı ettik ve kahvelerimizi elimize alıp okuduğum kitap hakkında sohbet etmeye başladık. Bana ne düşündüğümü sordular. Kendimi yokladım. Evet, bu ani ayrılış, çocuklarımı özlemem, Turgay’ı merak edişim bana yaramamıştı. Onlara bağlıydım.

Karar Verme

Dünyaya gelmiş en sıradan kadındım ben ama duygularım da en sıradan olmayan biçimde elimden kayıp gitmişti. Sadece benim kabahatim değildi olan. Çevremde de bilinçsizce akıp giden bir duygusal boşluk uğulduyordu. Bu boşluk belki farkında olmasalar da çocuklarımı bile içine çekmişti. Eşim iyi bir insandı. Ama benim için ya da ailesi için toplumun ona dikte ettiklerinden fazlasını yapmayı ya da bu konuda fazladan düşünmeyi gerek görmemişti. Canımı sıkan işte bunlardı. İçinde yaşadığımız çağın, kapımıza yığdığı çıkmazlar silsilesinden başkalarının da haberi var mıydı acaba? Benim gibi düşünen benim gibi canı sıkılmış ve bunun sebebini bilmeyen kaç kişi olabilirdi. Bunlardan birini bulup destek almak mümkün müydü?

Bu yaşlı adamlar kırık kalplerini onarmak için ya da ailelerinin kalbini incitmemek için yeni ve durağan bir hayatı tercih etmişlerdi. Ama benim sorunum bunlardan çok farklıydı. Ben duygusal buhran yaşıyordum. Ama ailemi çok seviyordum ve onlar olmadan mutlu olmak istemiyordum. Bu düşünceler içindeyken, üzerimde süzülen ve sabırsızlanan dört çift gözü fark edince ayıldım.

“Ben geri dönüyorum. Kendime ve aileme bir şans daha vereceğim.” Dedim. Koca Göbek gülümsedi. “Ben de öyle düşünmüştüm. Senin gibi bir ruh bizim aramızda sıkıntıdan patlar. Sevdiklerinin sana ihtiyacı olacak, tabi senin de onlara.”

Kahvelerimiz bitmişti. Beyaz Saç “Umarım kararını değiştirmezsin ama burada olduğumuzu biliyorsun.” Dedi. Hep birlikte sokak kapısına doğru yürüdük. Daz Kafa bana işaretli ağacı gösterdi. “Ona doğru yavaşça yürü. Ağaca varmadan karanlık geçidi göreceksin.” Dedi.

Hepsine teşekkür edip ayrı ayrı vedalaştıktan sonra, gözümü ağaca dikip yürümeye başladım. Biraz sonra ağacın işareti silinmeye başladı. Hangi ağaç olduğunu kaçırmamak için gözümü kırpmıyordum. Çok geçmeden giderek yaklaştığım karaltıyı seçmeye başladım. Emin olmak için önce sağ elimi uzattım. Ardından kafamı. Evet, gömme dolabın içindeydim, hem de hala dolabın kapısı açıktı.

Geri Dönüş

Kimse yokluğumu fark etmemiş miydi? Ya da ben ormandayken zaman mı durmuştu. Mutfağa gittim. Aldığım ekmek orada duruyordu. Saate baktım sadece bir saat kadar geçmişti. Hemen yatak odasına koşup yatağa baktım. Turgay yatakta değildi. Dışarı çıkıp birilerine tarih mi sormalı yoksa telefon mu etmeliyim diye ne yapmam gerektiğini kararlaştırmaya çalışıyordum. Bu sırada kapı açıldı. Turgay içeri girince şaşkın ve korkulu gözlerle; “Dün sabahtan beri neredeydin, seni çok merak ettim, çantanı bile almamışsın.” Dedi.

“Üzgünüm, uyku ilacı almıştım, dolabın içinde uyuyakalmışım.” Dedim. Turgay’ı buna ikna etmek hayatımda verdiğim en zorlu sınavlardan biriydi. Ayakkabı çiftlerimin bile tam olduğuna kadar dikkat eden eşime başka bir şey söyleyemezdim. Kayıp ilanı için gittiği karakolu arayıp sağ olduğumu bildirdi. Şaşkın ve çok üzgündü. Bu yüzden olsa gerek yalanımı çok üstelemedi. Mantık evde olmam gerektiğine işaret ediyordu ama bir insanın, dolabın içinde yorganların arasında, görünmeden bir tam gün uyumasının ruhani bir mesaj olduğunu düşünmüş olmalı. Bu nedenle sustu. Ve beni eskisinden daha mutlu görmesi ona bu olayı hemencecik unutturdu. Çocuklarsa bu olayı hiç bilmediler bile.

Akşam onları da alıp hep birlikte gittiğimiz sinemada Turgay’ın filmi değil de beni izleyişinin keyfini gururla sürüyordum.

Son

Hikayemi beğendiyseniz yeni bir hikaye için tıklayınız.

Sevgilerimle.