Her Şey Klasik Başlar
Her şey …
Klasik başlar…
‘İnsan’ ile ‘hayat’ kelimelerinin açılımlarını, dağılımlarını, kareköklerini, benzerlerini, benzemezlerini, zıtlarını, tümseklerini, alakasızlarını, yakın gösterenlerini, bilinmezlerini, ihtiraslarını, zaaflarını ve nihayet her şeylerini, içine düştüğüm derin kuyuda anlamlandırmaya, tanımlamaya ve anlamaya çalışırken, ‘düşüncenin sonu yok’ diye fısıldandı kulağıma. Sanki!
Hayatımda bu eylemi gerçekleştirdiğim anlara başka meşgaleler eklemediğimden ya da bu meşgaleler ‘düşünme’ nin taşıdığı anlamın yanında güdük kaldığından hayatım gittikçe daha koyu tonlarla resmoldu.
Bir sürü duygu vardı yola çıkmadan önce. Aşinalık rahatsız etmiyordu en başta. Sevmek, özlemek, umut, hayal ve değer vermek yasak değildi. Sonucunu düşünmek yasaktı. Çünkü ideal gerçekler uzaktı. Bunların yerine, ‘olmasını istediğin son’u düşünüp/düşleyip hülyalı gözlerle hayata dalmak, bol bol da gülmek gözdemdi.
Yitmişlik, yitirilmişlik, tükenmişlik gibi evrensel kavramlar, hayatıma değil, sözlüğüme bile konu olmamıştı. Ben kıyasıya yaşayacaktım, duygular bana ayak uyduracaktı, duygular bana ağır gelmeyecekti.
Bir sabah kalktığımda, özlemlerim, kıvanç duyduğum geçmişim, kayıplarına üzüldüğüm günlerim, hatıralarımın saklı olduğu çekmecenin bendeki müthiş varlık duygusu, üstesinden geldiğim/gelemediğim dertlerim, takipçisi olduğum konularım, sevdiğim insanların kalbimdeki izleri, dünyanın gizemli yaratıcılığından ve evrenle bütünlüğümden duyduğum haz, hepsi gitmişti! İşin kötüsü, hangi gündü, bilmiyorum. Ne sebeple, kimin tercihi olduğunu bilmediğim bir durumun ‘son’uyla baş başa, ben kaldım!
Yalnızlık. Kaybettiklerimin içinde o bile vardı. Ne yalnız ne de kalabalık hissediyordum. İçim bomboştu. Temiz değil ama boş, sanki eşyaları götürülmüş, taşınılmış ve sonra örümcek bağlayana kadar havasız ve pis bırakılmış bir daire gibi. Geniş ama boş. Yine de her boşluk bir anlam taşır!
Yalnız geçirdiğim saatlerin değeri azalmıştı. Vardı ama fark ettirmiyordu. Sevdiklerimle geçirdiğim saatlerin değeri azalmıştı. Seviyor muydum? Yoksa bunların hepsi, fiziksel ölümü kabul etmeyen zihnimin, duygusal yoksunluk propagandası yaşatmak istemesiyle mi başlıyor? Ölümün bir versiyonu gibi mi? Şimdilik böyle tanımlanabilir gözüken bu durum, evrenin değişken haznesinde, bir zaman tüpü sonrasında farklı hissettirebilir, anlam kayması yaşayabilir.
Bunca düşüncenin ardından, insan ve hayat için, derin yakalayışlar ve tutuşlar yerine, yüzeysel varoluşlar ve yaklaşımlar gölgesini düşürüyor ruha. Gölgelerin içinde elastik karanlığa karşı ruhun mücadelesi ise görülmeye değer bir ahenk oluşturuyor. Ruhun gölgelerle dansı…
En popüler yazım için tıklayınız.
Sevgilerimle.